YÖK Doçentlik Çalışmasıyla Akademide Kadrolaşma ve Güvencesiz İstihdamı Yaygınlaştırmayı Amaçlamaktadır!

Eğitim ve yükseköğretim alanında devletin en tepesinden sarf edilen talimatlarla alelacele gerçekleştirilen çok sayıda değişikliğe tanık olurken, bu defa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Allah aşkına şu yardımcı doçentlik olayı nedir?” sözlerinin ardından “doçentlik” statüsüne dair çalışmaların yürütüldüğünü görüyoruz.

Üstelik iki yıl önce doçentlik kriterlerinde değişikliğe gidilmiş ve öğretim üyelerinin neredeyse yarısını oluşturan yardımcı doçentler bu değişiklikler nedeniyle ciddi mağduriyet yaşamışken, bugün hiçbir ciddi gerekçe sunulmadan, söz konusu değişikliğin hangi ihtiyacı karşılayacağı belirtilmeden bu çalışmalar yürütülmektedir.

Söz konusu çalışmaya dair 27 Ekim’de YÖK’ün web sayfasından yapılan duyuruda, üniversitelere yazı gönderildiği ve yedi başlıkta oluşturulacak önerilerin 6 Kasım tarihine kadar (beş iş günü içerisinde) YÖK’e iletilmesinin istendiği ifade edilmektedir. Ancak özellikle belirtmek isteriz ki birçok üniversiteye bu yazı henüz ulaşmamış veya yeni ulaşmış ve iki gün içerisinde akademisyenlerden önerilerinin sunulması istenmiştir. Dolayısıyla YÖK bürokratik süreçlerin aldığı zamanı önemsememiş ve söz konusu sürece dair demokratik bir yöntem izliyormuş gibi bir tavrın arkasına gizlenmiştir. Çünkü yapılmak istenen açıktır. Cumhurbaşkanı’nın çıkışının ardından, akademide güvenceli istihdama geçişin adı olan doçentliğin içini boşaltmak, doçentliği kadrolaşma amacıyla daha etkin kullanabilmek ve zaman içerisinde bir nevi yardımcı doçentliğe dönüştürerek güvencesiz istihdamın kapılarını aralamaktır.

Doçentliğe Geçişte Asıl Sorun Niteliğin Değil Niceliğin Makbul Görülmesidir! Yayın ve Atıf Çetelerinin Sayısı Artmaktadır!

Hali hazırda doçentlik unvanının veriliş mekanizmasına, burada yaşanan sorunlara ve getirilmek istenen sisteme daha yakından bakıldığında bu durum açıkça görülecektir. Mevcut durumda doçentlik sınavı, eser incelemesi ve sözlü sınav olmak üzere iki aşamalı gerçekleştirilmektedir. Başvurusu kabul edilenler, Üniversitelerarası Kurul tarafından belirlenen jürinin yaptığı eser incelemesinden başarılı olmalı, ardından da sözlü sınavda başarılı olduğu takdirde doçent unvanı alabilmektedir.

Ancak, adaylar dosya hazırlama aşamasında sadece makale sayısı, bildiri sayısı, verdiği ders sayısı gibi nicel değerlendirmelere tabi tutulmaktadır. Akademideki hiyerarşik yapılanmanın sonucunda ise bu nicel kriterleri sağlamak adına hocanın öğrencisinin makalesine -emeği olmadığı halde- ismini yazdırması gibi kabul edilemeyecek durumlar yaşanmakta, bir kişinin aynı dergide çok yazarlı 4-5 makalede ismine rastlanabilmektedir.

Türkiye’deki üniversiter sistemin niteliği değil, niceliği önemseyen yayın ve proje saplantısı bilim insanlarını yaptıkları işe yabancılaştırmakta, kamu yararını gözeten bilimsel çalışmalar yerini piyasacı dinamiklerle güdülenmiş çalışmalara bırakmaktadır. Yine piyasada karşılığı/kârlılığı bulunmayabilen felsefe, tarih, sanat vb. alanlarda mevcut doçentlik kriterleri bilim insanlarını alanlarına yabancılaştırmaktadır. Adaylar bütün bu kriter ve zorunluluklar içinde birer puan avcısına dönüştürülmektedir. Doçentlik sürecinin kendisi bilimsel yetkinleşme, bilimsel ilerleme iken bu kriterler bilim insanlarını nicelikçe ağır, yüksek puanlar getirecek çalışmalara yönlendirmektedir. Pek tabi ki bu zorlamaların sonucunda “akademik atıf çeteleri” ortaya çıkmaktadır. Örneğin en son Trabzon’da yayınlanan “Energy Education Science and Technology Part A” ve “Energy Education Science and Technology Part B” isimli fen ve sosyal alanlarda yayın yapan iki dergi “akademik atıf çetesi marifetiyle” bir yılda 129 atıf alarak dünyanın en etkili iki dergisi olan Nature’dan (122) ve Science’den (90) daha fazla atıf almışlardır. Bu durumun fark edilmesiyle söz konusu dergi Web of Science veri tabanının yer aldığı ISI (Institute for Scientific Information) endeksinden çıkarılmıştır. Öte yandan buralardaki yayınlara dayanarak akademik ilerlemesini gerçekleştirenler hakkında YÖK hiçbir şey yapmamaktadır.

Doçentlik Sınavının, Tek Karar Organı Olan Jüri Üyeliğinin Hiçbir Nitelikli Kriteri Yoktur! Sözlü Sınava Karşı Etkili Bir Hukuksal Denetim Yolu Bulunmamaktadır!

Türkiye’de doçentlik sınav jürilerinin oluşturulması, oluşturulan jürilerin doçent adaylarını objektif ölçütlere dayalı değerlendirmesi ve sınavın zamanında yapılması konularında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Örneğin Üniversitelerarası Kurul tarafından oluşturulan doçentlik sınav jürilerinin gerçekte nasıl oluşturulduğu tam olarak bilinmemektedir. Jüriler Üniversitelerarası Kurul tarafından görevlendirilmekte olup doçent adayının başvurduğu bilim veya sanat alanında çalışıyor olmaları dışında bir nitelikli ölçüt bulunmamaktadır. Aynı bilim veya sanat dalında birden fazla jüride yer alan öğretim üyelerinin varlığı söz konusuyken, alanında otorite olarak kabul edilen pek çok profesöre yıllarca hiçbir doçentlik jürisinde yer verilmeyebilmektedir.

Bu nedenle doçent olabilmek için ikinci aşama olan sözlü sınavdaki başarı, nasıl ve hangi ilkelerle oluşturulduğu belli olmayan, jürisi ve sınav sırasında sorulan ve nereden akıllara geldiği belli olmayan soruları ile tam bir muammadır! Sözlü sınav öncesi işleyen telefon diplomasisi yolu ile yapılan kulis faaliyetleri aracılığıyla “başarılı” ya da “başarısız” sayılan akademisyenlerin hikâyeleri akademinin koridorlarında yankılanmaktadır. Ayrıca jüri üyesinin sınava girmeden önce okuduğu makalede geçen herhangi bir şeyi sorması ya da kendi öğrenciliği zamanında geçerli olan ve bugün kullanılmayan bir bilgiyi adaydan yanıtlamasını istemesi mümkündür. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, sözlü sınavlar her türlü ideolojik, önyargılı ve öznel eğilimleri ağır basan değerlendirmelere açıktır.

YÖK’ÜN DOÇENTLİK ÇALIŞMASINDA SORDUĞU SORULARA DAİR GÖRÜŞ VE ÖNERİLERİMİZ:

  • “Mevcut sistemde ilk aşamada uygulanan doçentlik başvuru şartlarının aranmasına devam edilmesi, bununla birlikte merkezi yapılan sözlü sınav şartının kaldırılması”

Doçentlik sınavı aşamasında ölçüsü ve sınırları açıkça ortaya koyulmuş, etik durum ve dosyadaki çalışmaları ile sınırlı bir kolokyum (sözlü savunma) ve/veya atama aşamasında bir ders sunumu tartışılabilir. Ancak mevcut durumdaki haliyle, gerek jürinin oluşturulması aşamasının belirsizliği gerekse sözlü sınavdaki önyargılı ve öznel değerlendirmelere karşı hiçbir etkili hukuksal denetime izin vermeyen bir sistemin varlığı ve nihayetinde sözlü sınavların tüm kamu hizmetleri alanında liyakat ilkesi yerine kadrolaşma aracı olarak kullanılması nedeniyle sözlü sınavın kaldırılması gerekmektedir.

  • “Mevcut sistemin ilk aşamasında uygulanan doçentlik başvuru şartlarını sağlayan ve buna ilişkin ÜAK tarafından verilecek belge sahibi adayların doçentliğe yükseltilerek atanması aşamasının üniversitelerimizce yürütülmesi”

“Doçentlik unvanının” kullanımının üniversitelere bırakılması büyük sorunlar yaratacak, böylece doçentlik, akademik bir derece olmaktan uzaklaştırılacaktır. İkinci aşamanın üniversitelere bırakılması, doçentliği bir unvandan kadroya dönüştürecek; akademiyi, bugünkü yardımcı doçent kadrolarının dağıtılması gibi doçentlik unvanı dağıtır hale getirecektir.

Bu öneri madde 4’te belirtildiği gibi doçentliğin bir kadro unvanı olması anlamına mı gelmektedir? ÜAK bu belgeyi nasıl verecektir? Sadece puan hesaplayarak belge verecek ve geri kalan işler üniversitelere mi bırakılacaktır? Son olarak üniversitelerde özellikle spesifik alanlara ilişkin değerlendirmeyi yapacak uzman kişilerin bulunması nasıl mümkün olacaktır? YÖK öncelikle bu sorulara yanıt vermelidir.

Kaldı ki doçentlik uzmanlık gerektiren bir unvandır. Mevcut sistemde bile liyakate dayalı bir değerlendirme yapılmadığı, jürilerin belirlenmesinden değerlendirme sürecindeki ideolojik, önyargılı, öznel tutumlara kadar çok sayıda sorun yaşandığı ortadadır. Doçentliğe yükseltme ve atanma eğer üniversitelere bırakılırsa mevcut durumda yardımcı doçentlik kadrosunun verilmesi sürecinde olduğu gibi siyasi iktidar ve rektörlerle iyi geçinen, onlara itaat ve biat eden kişilerin yükseltilmesi söz konusu olacak ve akademik niteliği yükseltmekten ziyade bir kadrolaşma aracına dönüşecektir.

  • “Üniversitelerimizin ÜAK tarafından belirlenen asgari kriterleri üzerine ilave kriterler koyabilmesi veya bu kriterler ile yetinebilmesi”

Bazı üniversiteler için dil yeterlilikleri gibi ek koşullar düşünülebilirse de (mevcut atama ve yükseltme ilkelerinde böyle uygulamalar bulunmaktadır) bu önerinin hangi sistem için öngörüldüğü belli değildir. Üniversitelerin ilave ölçütler koyması, -araştırma üniversiteleri, bölgesel kalkınma odaklı üniversiteler gibi farklılaştırma ve ayrıştırma uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde- üniversiteler arası nitelik farklarının kabulü, mevcut eşitsiz ilişkinin derinleşmesi,  yükseköğretimin parçalanması, metalaştırılması ve bazı yükseköğretim kurumlarının üniversite olamadıklarının ikrarı anlamına gelmektedir.

  • “Doçentliğin akademik bir unvan mı yoksa profesörlük gibi bir kadro unvanı mı olması gerektiği konusunun değerlendirilmesi”

Bu arayış, en kritik ve yanlış arayışı oluşturmaktadır. YÖK’ün doçentliği “kadro” unvanına dönüştürmesi bin yılı aşkın akademik oluşumları hiç anlamadığı ve bunlara saygı göstermediği anlamına gelmektedir. Doçentlik bürokratik bir “kadro” değil akademik bir olgunluk ve derecedir, akademik bir unvan olarak kalmalıdır.

Doçentliğin bir kadro ünvanı olması durumunda bir üniversitede doçentlik ünvanını alan kişinin doçentliği sadece o üniversitede mi geçerli olacaktır?

  • “Doçentliğin akademik bir unvan olarak değerlendirilmesi durumunda; unvanın alınması ve korunmasında ne tür kriterlerin aranmasının gerektiği”

Mevcut uygulamada adaylar da jüri üyeleri de dosya değerlendirmesinde nicel kriterlere öncelik vermek durumunda kalmakta, nitelik ikincil konuma düşmektedir.

Üniversiteleri ve üniversiter faaliyetleri değerlendirirken daha çok eşyaları, nesneleri nitelemek için kullanılan “kalite” kavramı yerine, insanı ve vasfı işaret eden “nitelik” kavrayışı benimsenmelidir. Nitelikli bir araştırmanın üretimi ve bunun yayına dönüşmesi uzun süre gerektirmektedir. Bilimsel etkinlik kısa süreli bir çalışma değildir.

Akademik yükseltmeler indeks şartı ve yayın sayısı gibi salt nicel göstergelere göre değil, bilimsel nitelikler esas alınarak nesnel ölçütlere ve bağımsız jürilerin kararlarına göre yapılmalıdır. Bilgi üretimine katkıyı, toplumsal katkıyı esas alan, işin niteliğini dikkate alan bir bilimsel değerleme sistemi oluşturulmalıdır.

Üniversitenin niteliği öğrenciye, çalışanlarına ve topluma kazandırdığı değerlerle anılmalıdır. Bu değerler tek tipleştirici, standartlaştırıcı kriterlerle sayısallaştırılarak değil; akademik etik, sosyal yarar ve çok seslilik temelinde olumsal biçimde şekillenmelidir.

Akademik yükseltme ve atama jürileri, değerlendirmelerini, akademisyenlerden beklenen şu beş temel işlev üzerinden yapmalıdır:

  1. Bilgi üretme (araştırma yapma)
  2. Üretilen bilgi ve düşünceleri paylaşma (ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılara katılma, bildiri sunma; kitap ve makale yazma; alana katkı; alandaki bilimsel yayınları izleme; ilgili meslek kuruluşlarına üye olma vb.)
  3. Ürettiği ve edindiği bilgileri öğretme (ders verme; yüksek lisans ve doktora tezleri yönetme)
  4. Akademik yaşama diğer katkılarda bulunma (yönetim görevi üstlenme, komisyon, jüri ve bilim kurulu üyeliği yapma; bilimsel dergilerde hakem olma, danışmanlık yapma vb.).
  5. Bilimsellik ve bilimsel etik sorumluluğu ile saygınlığını koruma.

Dolayısıyla akademik yayınların değerlendirilmesinde, yayının nerede yayımlandığından çok içeriği; alana, topluma ve insanlığa katkısı öne çıkmalıdır.

Dosya içeriği ve niteliğin yanı sıra bilimsel bir değerlendirme yapılması, tarafsızlık, güven ve şeffaflık da çok önemlidir. İlke olarak doçentlik savunmaları kamuoyuna açıktır. Aynı zamanda bilimsel denetimin en önemli ayağını şeffaflık oluşturmakta olup jüri raporlarının kamuoyunun bilgisine açık hale getirilmesi sürecin ve değerlendirmelerin daha sağlıklı işlemesine katkı sunacaktır.  Her türlü akademik değerlendirme raporları, kamunun ve isteyenin incelemesine açık olmalı ve raporların bir örneği adaya gönderilmelidir. Bu yaklaşım, hem değerlendirmelerde nesnelliği sağlayacaktır hem de değerlendirme yapan kişileri eğitici bir işlev görecektir. Birbirinin raporlarını okuyanlar, ortak raporlama dili ve etiği oluşturabileceklerdir.

Akademik yükseltmelerde haksızlıkların ortadan kaldırılması için sübjektif değerlendirmelere açık mülakat sınavlarına son verilmeli ve bilimselliği kabul görmüş çalışmalar ikinci bir değerlendirmeye tabi tutulmamalıdır.

Jürilerin kimlerden oluşacağı da daha açık ilkelere bağlanmalıdır.

Ünvanın korunmasına ilişkin olarak suç niteliği taşıyan intihal gibi durumlar dışında ek bir kriter getirilmesi doğru değildir.

  • “Mevcut sistemde olduğu gibi akademi dışından da doçentlik unvanının kazanılmasına devam edilmesi hususunun değerlendirilmesi, devam edilmesi durumunda bu unvanın hangi kriterlerle ve hangi kurum tarafından (ÜAK/Üniversiteler) verilmesinin uygun olacağı”

Dışarıdan da unvan alınabilir. Ancak üniversite dışı başvuranlar için de aynı ilke ve koşullar geçerli olmalıdır. Bu açıdan ÜAK’ın mevcut işleyişi sürdürülmelidir.

Ancak dışarıdan unvan alımı ile ilgili özellikle sağlık bilimleri alanında giderek büyüyen bir sorun bulunmaktadır. Özellikle sağlıktaki dönüşüm politikaları sonrasında hastanelerde doçentlik ve profesörlük gibi unvanlar haksız müşteri ve kazanç ilişkisine dönüşmüştür.  Akademi ve araştırma kuruluşları dışında bu tür unvanların kullanılmasının sınırlandırılması konusunda araştırma-analiz yapılması, ilkeler geliştirilmesi, akademik unvanların ticari metaya dönüşmesinin engellenmesi gerekmektedir.

  • “Bunların dışında doçentlik süreçlerine ilişkin değerlendirmeye alınmasını istediğiniz varsa başka konu veya öneri”

Her şeyden önce acil bir değişikliğe gitmek yerine mevcut durumun etki ve sonuçları ile ilgili analizler yapılması, varsa mevcut durumun ve dünya örneklerinin üniversite kamuoyu ile paylaşılması, değişikliklerin bir takvime bağlanarak sonuçlandırılması daha sağlıklı görüşler geliştirilmesine katkı sunacaktır.

Akademik çalışma ortamı; hiyerarşik yapılanmadan kurtarılmalı, ast-üst ilişkisi yerine birlikte üretim esas olmalıdır. Akademik unvanlar; hiyerarşik göstergelere dönüştürülmemeli, ticari nüfuz kaynağı olmamalıdır.

Nitelikli eğitim, eleştirel düşünce ve yaratıcı araştırmanın yolu; standardizasyon ve akreditasyondan/dışsal denetimden değil, demokratik katılım ve kamusal denetimden geçmektedir. Etkinliklerin/işin en iyi denetim yolu; akademik topluluğun öğrencisi ve tüm çalışanlarıyla demokratik kurullar yoluyla değerlendirme ve denetimi; bilimsel özgürlüğü ve kurumsal özerkliği zedelemeden bunun kamu denetimiyle desteklenmesidir.

Sonuç olarak böyle bir değişiklik yapılacaksa bunun her alanın (sosyal bilimler, fen bilimleri, sağlık bilimleri, mühendislikler, sanat alanları vb.) uzmanlarından oluşacak komisyonlarca,  katılımcı ve demokratik bir şekilde belirlenmesi gerekmekte, tüm üniversite emekçilerine kadrolu, güvenceli istihdam ve insanca çalışma koşulları sağlanmalıdır.